KADIN

Bize Ulaşın BİZE ULAŞIN

Mynet Soran Anne Platformu

1 Bebeğinizin cinsiyeti nedir?
2 Bebeğinizin yaşını belirtir misiniz?
3 Sizlere hangi konuda yardımcı olmamızı istersiniz?
4 Öğrenmek istediğiniz farklı detaylardan burada bahsedebilirsiniz.
    Kalan mesaj: 10

    Kariyeri Bırakıp Seyyah Oldu!

    Başarılı bir akademisyen olan Gülin Aköz, herşeyi bırakıp seyahat etmeyi seçti. Şimdi o bir seyyah..

    Yaz yaklaşırkenhepimizin aklında kapalı ofislerden uçsuz bucaksız yerlere doğru seyahat etmek, dünyayı görmek gibi fikirler gelip geçer. Kimimiz maddi olarak uygun olmadığını söyleyerek kiminiz de sorumluluklarını bahane ederek dünyayı dolaşma, uzak diyarlara gitme hayalini ertere durur.

    Başarılı kariyer yaşamını, kriz ekonomisinde zor bulduğu işini kaybetme, belirsizliğe doğru ilerleme fikri herkesi korkutur aslında. "Dünyayı gezmek mi? Ya sonra" dır hepimizi durduran.

    Dünyayı dolaşma isteğinin üstünü örtmeyen cesur ve hayallerinin peşinden giden bir kadın Gülin Aköz ile söyleştik. Başarılı bir akademisyenken herşeyi bırakıp dünyayı gezme hayalini nasıl gerçekleştirdiğini, zincirlerini nasıl kırdığını, neler gördüğünü, neler yaşadığını sorduk.

    Gülin Aköz ile yaptığımız keyifli sohbet ufkunuzu açabilir, kimbilir siz de bir seyyah olabilirsiniz.
    Başarılı bir akademik kariyere sahipken neden dünyayı gezmeyi tercih ettiniz?

    Ah bir bilsem!! Cehalet işte! Başıma bunların geleceğini düşünecek kadar kafam çalışsaydı yapar mıydım hiç!

    Şaka bir yana, dünyayı gezme kısmı iyiydi de sonrası pek kolay değildi. Çoğu insan böyle uzun bir yolculuğa çıksa bile aynı işine, aynı yaşamına geri dönüyor. Ben dünya turu ile gündelik hayatıma sadece bir mola vermedim, onu radikal bir şekilde değiştirmenin ilk adımıydı bu seyahat benim için. Hayatımı yazarak kazanmak istiyordum. Meğer yazın dünyası hiç tekin bir yer değilmiş. (Dünyanın adı çıkmış tehlikeli şehirlerinde, tek kadın başıma dolaşmak bile daha güvenliydi.) Kurtlar sofrasında kuzunun yeri yokmuş. Aslında belki de “normal” hayat hep böyleydi de, ben 10 sene devlet memuru olarak korunaklı bir yaşamın ardından 2 sene de keyfe keder gezdikten sonra 30lu yaşlarımın ortasında “iş hayatı” denilen şeyin içine girmeye kalkınca ciddi yaralar aldım.

    Neden dünya turu kısmına gelince… Sanırım hiçliğe karışma duygusu beni çeken. Herhangi biri olma. Kalabalıktan biri olma. Unvanlardan arınırken beklentilerden, etiketlerden, toplumun üstünüze yüklediği sorumluluklardan da kurtulma.

    Benim için “Rahat batıyor” diyenler oldu. Evet, çok yalan değil sanırım. Aynılıktan, olağandan sıkılıyorum. Evde bir oturdum mu günlerce oturabilirim. Ancak bir süre sonra hareket zamanı geliyor.

    Ayrıca bir gece yarısı dünyanın en alçak noktası Ölü Deniz’e giderken, yol kenarındaki taşlar -300 metrede olduğumuzu gösterirken fark ettim ki, burnumu önce belaya sokup sonra çıkarmaya uğraşmak da hoşuma gidiyor. O saatte orada otel, kalacak yer bulamayacağım söylenmişti ama aldıran kim?

    Bir de “maymun iştahlı” diyenler var. O da çok yalan sayılmaz. Farklı şeyleri deneyimlemeyi seviyorum. Ama tabi dünyadaki tüm hayatları benim yaşamam mümkün değil. Ben de seyahat ederek olabildiğince çok yaşama dokunmaya, dokunamasam bile teğet geçmeye, yakından tanıklık etmeye çalışıyorum.


    İnsanların çoğu hayatını sizin gibi değiştirmek istiyor ancak bunu bir türlü başaramıyor. Neden dersiniz?

    Sanırım çoğu insan bilinmeyenden korkuyor. Günümüzün büyük şehirlerinde her şey düzen ve belirlilik üstüne kurulu. Seyahat ise aslında belirsizlik demek. Gerçi biz onu da acentalar vasıtasıyla turlar düzenleyerek, her şeyi kontrolümüz altında tutarak yapmaya çalışıyoruz.

    Onun dışında, etrafımızdaki her şey aynı hedefi gösteriyor bize. Sahte ihtiyaçlar yaratılıyor ve onların peşinden koşturmanız gerekliliği pompalanıyor. Akbank’ın reklamlarını genelde çok beğeniyorum ama biliyorsunuz Müslüm abimiz bile “İhtiyacım var bir güzel perdeye, yeni bir elbiseye, o lcd tivi’ye” diyor. Şimdi kalkıp da kim bunlardan vazgeçip böyle köklü bir değişiklik yapar, güzelim hayatını belirsizliğe teslim edebilir ki?

    Öte yandan, güvenli bir hayat aşılanıyor insanlara. Kendimizi çok önemsiyoruz. Başımıza bir şey gelecek diye önlem almaya çalışıyoruz, sigorta yaptırıyoruz. Oysa dünyanın geri kalan kısmında her gün sefalet ve acı içinde yaşayan milyarlarca insan var. Dünya bizim gibi eğitimli, iş imkânına ve modern teknoloji sayesinde her tür konfora sahip bir nüfustan ibaret değil. Biz de bilinçaltımızda bunu biliyor, küçük iktidarımızı kaybetme korkusu taşıyor ve o riske giremiyoruz.
    Bu tür bir değişiklik yapmaları için neleri göz önünde bulundurmaları gerekiyor?
    Vazgeçebilmeyi göze almaları gerekiyor, azla yaşamayı. Olumsuzlukları kabul etmeyi. Her zaman her istediklerinin olmayacağını. Sorunlara çare bulabilmeyi, bir yol çıkmaza vardığında alternatif yollar üretebilmeyi. Az gidilen yolda ilerlemeyi. Yol olmayan yerlerde yeni yollar açmak için kimi zaman insanüstü bir emek harcamayı. Kısaca, kolay olmayacağını göz önünde bulundurmaları gerekiyor.

    Dünyayı geziyor aynı zamanda bunu kurduğunuz grup ve yazdığınız kitaplarla paylaşıyorsunuz. 'Avucumda Patikalar' adlı kitabınız var. Bu grubunuzdan ve kitabınızdan bahseder misiniz?

    Grup çok aktif değil. Sadece ben neler yapıyorum, nerede yazım çıkmış haber verdiğim bir grup. Gezginlerin buluşma noktası olabilecek bir platform kurmamı önerenler oldu. Ama bunu yapan birçok site var zaten. Ben enerjimi detaylarla, gereksiz kalabalıkla harcamak istemiyorum. Farklı şeyler yaşadığımı ve yaşadıklarımı iyi ifade etmeyi de becerdiğimi düşünüyorum. Bunu teker teker anlatmak yerine mümkün olduğunca çok insanla paylaşmak daha anlamlı geliyor. Grubun amacı bu.

    Hayatı algılayış ve yaşayış şeklimin yukarıda tarif ettiğim yaşam düzenindeki insanların çoğuna anlamsız ve saçma geldiğini tahmin edebiliyorum. Bir şey ifade etmiyordur anlattıklarım. Yine de o standart hayat gailesindeki insanlar arasında bir kısım var ki, bana bakınca akıllarında soru işaretleri ve bir tür gıpta uyanıyor. İşte benim ulaşmak istediğim de onlar. Onları, biraz olsun, “yol”dan çıkarmak…

    Kitabım yaptığım dünya turu ve bu seyahat sonucunda süzdüklerimi anlatan bir kitap. Gerçi şu an piyasada bulunmuyor; yayınevi nedense kitapları depoda saklıyor! Ben de daha fazla üstüne düşmedim. Zaten içinde eksik gördüğüm kısımlar var. Yeniden bastırmak için bir-iki yerle görüştüm ama bu işlerde takip etmek, peşinde koşturmak gerekiyor; ben de bunca çabaya karşılık bunca az sonuçtan yoruldum, uğraşmak istemiyorum. Kimi insan geçmişime bakıyor ve birikimimi anlıyor; tercih etseydim şu anda çok farklı bir konumda olabileceğimi görüyor ve düşüncelerimi önemsiyor. Eskiden bunları görmeyene göstermeye, kendimi anlatmaya çalışırdım ama artık boş verdim. Eğer olacağı varsa bir şekilde birileri bana ulaşır, kafamdaki kitapları yazmama vesile olur elbet.
    Bugüne kadar nerelere gittiniz? Gitmek isteyip hâlâ gidemediğiniz yer nereler?

    Çok yere gittim. Doygunluk noktasına ulaşacak kadar çok yere. Gitme fırsatım olmamış yerler de var tabi. Daha Hindistan ve Meksika eksik. Butan’ı çok görmek istiyorum. Vietnam-Kamboçya-Laos, Orta Amerika. Trans-Sibirya Ekspresi. Namibya, Botsvana, Ruanda.
    ve öldürmek için sebebin olmadığı bir dünya…


    Dünyada insanların 'mutlaka gitmeliler' dediğiniz 10 yer neresi?

    Ben kimseye "mutlaka gitmeliler" demem. Herkesin içinden gelen şey farklı olabilir. Hatta hiç gitmemesi gereken insanlar da olabilir. Ancak bence Afrika çok öğretici. Ama tabi turistik hale gelmiş Tunus, Mısır, Fas gibi Kuzey Afrika ülkeleri ve hatta Güney Afrika bile değil, Kara Afrika denilen Orta Afrika'ya özellikle gidilip yaşanması gerektiğini düşünüyorum. Hayatın, endişelerin ve önceliklerin çok farklı olduğu bir dünyayı tanımak açısından faydalı. Bu kadar az şeye sahip olup da gülümseyebilmek veya en azından somurtmamak nasıl oluyor anlamak için önemli. Zaman kavramını kaybetmek için önemli.

    Seyahat bir yeri, bir binayı, doğayı görmek için değil, insanların yaşamlarını görmek ve kavramlarını sorgulamak için yapılmalı. Hatta bence turlarda bile, o bölgedeki yaşama ait bir konu ele alınıp felsefe semineri haline getirilmeli.

    Sorumuza cevap ver, illa 10 yer say diyorsanız, size önce çoğunluğa aykırı ve tuhaf gelecek yerleri sıralarım: Ermenistan, İran, Malavi, Etiyopya gibi. Nispeten daha standart yolculuk noktaları olarak Çin ve Butan derim. Klasik olarak da Arjantin, Brezilya, İspanya, Belçika’da Brugges.

    Türkiye'de en beğendiğiniz ve gidilmesini önerdiğiniz yerler nereler?

    Doğu Anadolu, Diyarbakır. Bunu da pat diye söyledim işte. Diyarbakır dünyanın en büyük şehir suruna sahip. Peki bunu kaç kişi biliyor acaba? Türkiye tanıtımlarında adı bile geçmiyor. Bu surlar başka bir ülkede olsa iki-üç kapıya birer biletçi konur ve çıkanlardan 10 Euro para keserdi. Daha doğrusu para basardı. Güneydoğu’daki hazine ve kültür az yerde bulunur.

    Siirt’te bir yaylaya çıktık. Genelde bu tür tanımlar yapmam ama o dağların heybetini, sonsuza uzanan ovayı, ovanın içinden akan dereyi, bozkırdaki uçurumun kenarında durmanın hissettirdiklerini, gökyüzünün kasvetini tasvir etmeye kalksam eksik kalır; o nedenle klişe bir söz kalıbı kullanacağım: Muhteşem güzellikte. Peki insanlar gidebilir mi? Hayır. Neden? Çünkü korkuyorlar. Tehlikeli. Ama orası bizim. Bizim topraklarımız. Gitmesek de görmesek de bize ait olsun isteriz.

    Bunların dışında, bir türkümüz vardır “Ünye-Fatsa arası…” Gittiğinizde türküye ilham kaynağı olmasına hak verirsiniz. Gerçi tüm Karadeniz sahili güzeldir. Özellikle de varma telaşıyla otobandan değil de, ağaçların gölgelediği ara yollardan gidildiğinde.

    Bana böyle soru sorarsanız, alıp başınızı kimsenin pek gitmediği, adını bile duymadığınız yerlere gitmenizi öneririm size.


    Yurt dışına çıkan biri nelere dikkat etmeli? Gideceği yere dair bilgiler edinmeli? Seyahat hastalıklarından nasıl korunmalı?

    Esnek olmaya dikkat etmeli. Ve uyumlu olmaya. Her nereye gitmişse o ülkenin kurallarına göre yaşamaya.
    İran’a gidiyorsam elbette başımı kapayacağım. Öyle bir yerde yaşamak istemem ama oranın kurallarını tartışmak, onlara kendi doğrumu dayatmak için gitmiyorum ben oraya. Nasıl yaşadıklarını görmeye gidiyorum. Onları anlayabilmek için gidiyorum. Küçük bir sahil kasabasında balık lokantasına gidip de “Neden içki yok? Balığın yanında bir birasız olur mu?” diye tartışan insanlar var. Bu yaklaşım bana göre değil. Nereye gidersem oraya uyarım.

    Yabancı bir grupla Yozgat’taydık. Aylardan aralık. Misafirlerimiz viskiye koymak için buz istediler. Otelde buz yok. Hiç ihtiyaçları olmamış ki! Ama tabi hemen eş-dosttan, etraftan soruluyor. Otel çalışanlarının birinin ablasında var. Ama onun da “Ne yapacaksın?” diye soracağı tutuyor. İçkiye koymak için istendiğini duyunca da “Vay sen benim gibi hacı kadından içki için buz mu istiyorsun?” diye azarlıyor ve vermiyor. Ara tara yok. Yozgat’ta hiçbir yerde buz yok.

    Misafirler ilk başta otelde buz olmadığını duyunca “Nasıl yani?” diye şaşırmış, buzu olmayan bir otel tuhaflarına gitmişse de “Burası da böyle bir yer demek ki” diye durumu olgunca kabullenmiş, içkilerini buzsuz içmekteler.

    Ama otel personelinin arayışı sürüyor. En sonunda balkonunu süpüren bir teyze görüyorlar, ona seslenip soruyorlar, ve sürpriz! Buz bulunuyor.

    Diyeceğim o ki… O insanları sizin içkiniz için buz vermeye zorlayamazsınız. Yani zorlarsınız da, hoş olmaz, yakışık almaz. Misafir, kendi evinde çok doğal karşılasa ve ihtiyaç olarak görse de gittiği yerde buz (Tabi burada buzu sadece örnek olarak kullanıyorum. Yerine göre bu sıcak su, akan su, beyaz peynir, çay, içki, saç kurutma makinesi vs. olabilir) bulunmadığını kabul edebilmeli. Hatta oteldekiler buz bulmak için çaba bile harcamayabilirlerdi. Hatta hatta en başta dışarıdan içki getirilmesine bile izin vermeyebilirlerdi. Ev sahibinin koşullarına ve kurallarına riayet etmek misafire düşer.


    Ama tabi ideali bu olmalı. Misafir talepte bulunur. Ve sonrasını, bu talebi karşılayıp karşılamama kararını ev sahibine bırakır. Yargılamaz, eleştirmez, şikâyet etmez, baskı yapmaz, zorlamaz. Talepten sonra ilk adım karşı taraftan gelmelidir.

    Ev sahibi de, kendisi yapmaz ve onaylamazken sizin isteklerinize saygı duyuyor ve size bu hizmeti sağlamak için çaba sarf ediyorsa bu taktir ediliyor zaten. Arada özel bir bağ kuruluyor.

    Saygı da, saygısızlık da karşılıklı oluyor aslında. Eğer bir taraf kendini dayatıyor ve diğer tarafı kendine uymaya zorluyorsa bu ancak karşı tepki doğuruyor. Ve bugün dünyada yaşanan tüm sorunların kaynağı da bu bence. İnsanların kendi doğrularını, kendi yaşam şekillerini, algı ve inançlarını başkalarına dayatma istekleri.

    Bence gidilecek yerle ilgili bilgi edinmemeli. Kendi yolunu kendi bulmalı. Diğer türlü herkesin gittiği yoldan gidiyor, hep aynı şeyleri yapıyorsunuz. Sadece yer değiştirmiş oluyorsunuz ama seyahatin heyecanı ve kazandıracakları yaşanmıyor.

    Hastalıklardan nasıl korunmalı?
    Öncelikle gidilecek bölgeye göre aşılar yaptırılmalı. Açık su içmemek en bilinen tavsiye. Açık yiyecek yememek de öyle. Tabii bunlar Alplerden/Antlardan gelen suyu taşıyan bir çeşmeden kana kana su içmekten, farklı yöresel tatlardan mahrum olma anlamına da gelebilir. O nedenle bünyeye göre bir denge kurulmalı.

    Dünyada seyahat eden insanlar oldukça fazla fakat ülkemizde durum vahim galiba. Seyahat etmek çok pahalı bir şey mi sizce? Bir seyahati ucuza getirmenin yolları neler?

    Paha, yaşam koşullarınıza bağlı bir kavramdır. Lüks ihtiyacı ile yaşamak için temel ihtiyaçlarla yetinme arasındaki farka dayanır. Sonuçta hayatta her şey bir seçimdir. Hayatınızdaki seçimleriniz de kimliğinizin göstergesi.


    Tüketim tercihleri bir insan hakkında çok şey söyler. Çoğu kişinin araba alacak, ev alacak, son model televizyon, bilgisayar ve cep telefonu alacak parası vardır. Ama seyahat edecek parası yoktur. Kimi ise zamanı bahane eder. Ama bu bahaneyi kullananların, işyerlerine satacak zamanları vardır. Bir şirkete girip sabahtan akşama çalışır, hayatlarının hazinesi zamanlarını satarlar. Elbette ki yaşamımızı sürdürmek için çalışmaya ve paraya ihtiyacımız var. Acı olan şu: Çoğu insan yukarıda saydıklarımı satın alabilme uğruna satıyor zamanını. Ve hayatta gerçekten istediğinin ne olduğunu düşünmeye vakti bile kalmıyor.

    Ucuza getirmek istiyorsanız bir yere toptan gideceksiniz. Yani uçakla atlayın gidin Hindistan’a; oradan kara yoluyla Bangladeş, Burma, Laos, Vietnam, Kamboçya, Tayland, Malezya, nereye uygun koşullarda otobüs-tren buluyorsanız devam edin. Biraz da lüksünüzden, konforunuzdan kısın. Kesinlikle ucuza gelecektir. İçki sigara çay kahve gibi zararlı alışkanlıkları da bırakıp en kadim içeceğimiz suyun kıymetini bilirseniz de masraflarınız iyice azalır.
    Seyahate çıkarken mutlaka alınması gereken eşyalar neler? En çok neler gerekiyor?

    Maalesef günümüz dünyasında pasaportsuz seyahat edilmiyor. Ben çantamda mutlaka yarım litre su bulundururum. Özellikle gereken bir şey yok. Bugün her yerde her şey var. Ama tabi belli temel ilaçları yanınızda bulundurmakta fayda var. Ben hep bir polar hırkayı belime bağlar gezerim. El çantamda bir çift çorap da bulundururum. Sırt çantamda ise yağmurluk, çakı, ayna, sabun, tuz, şeker, iğne iplik gibi şeyler de bulunur.

    Gittiğiniz yerde başınıza gelen en ilginç olay neydi?

    Böyle bir en ilginç de yok tabi. Herkese başka hikâye ilginç geliyor. Bunu birçok yerde anlattım ama okumamış olanlar vardır, insanların kafasındaki kalıpları, düşünce yapısı ve algı biçimlerinin insanların yargılarını ve tepkilerini nasıl etkilediğini açıkça gösterdiği için benim sevdiğim bir hikâyeyi anlatayım:
    Sally ve Jody, Etiyopya’da merkatoya gittiler. Merkato dedikleri ufak dükkânlardan oluşan bir alış-veriş bölgesi. Burası da Afrika'nın en büyük merkatosu. Bizim kızlar tişört arıyorlar.
    Bir dükkâna giriyorlar. Adam Jody'ye bakıp "Sana olur ama…", Sally'ye dönüp "Sen şişmansın," diyor.
    İkinci dükkânda da aynı şey geliyor başlarına. "Sana tamam ama… sana ı-ıh, sen şişmansın."
    Ve üçüncü dükkândan çıktıklarında Sally artık iyice rahatsız olmaya başlamış durumda. Bu insanlar sürekli ona hakaret edip duruyor. Dördüncü dükkânda da adam “Senin için tamam, ama sana hayır, sen…”

    Sally dinlemek istemiyor daha fazla. Kendi kendine "Bu ülkede 'sen şişmansın' demek hakaret sayılmıyor herhalde!…" (!!!) diye söylenirken anlamlanıyor birden her şey. Ne de olsa açlık olan bir ülkede, dolayısıyla biraz etinize budunuza dolgunsanız bu sizin iyi beslenebildiğinizi ve sağlıklı olduğunuzun göstergesi olsa gerek. Yani “Sen şişmansın” sadece “hakaret sayılmıyor” değil, üstelik bir iltifat!

    Bir de daha önce anlatmadığım bir hikâye olsun. Geçtiğimiz ay bağımsızlığını ilan eden Kosova ile ilgili bir anımı anlatayım:


    Yıl 2004. Arnavutluk’un başkenti Tiran’dan Priştine’ye geçiyoruz. Ben zannediyorum ki arada bir sınır geçeceğiz. Yok; yolda hiç durmadık, pasaport soran filan olmadı. Öylesine geliverdik.
    Bir otel bulduk. Kaç saat kalacağımızı sordular. Önce anlam veremedim. Ne demek istiyorlardı? Sonra düştü jeton. Malum işler için kullanılmak üzere saat bazında da kiralanıyor olmalı odalar. Priştine çok gri bir şehir, yapacak bir şey de yok. Her yerlerde askerler.

    Ertesi gün Belgrad’a doğru yola çıktık. Bir süre sonra otobüs durdu. “Hayrola. Bir şey mi bozuldu, yolcu mu alacağız?” derken otobüse bir askerler bindi. İhbar filan mı var diye düşünüyoruz. Pasaport kontrol ediyorlar. Sıra bize gelince adam bir şeyler söylüyor. Ama kendi dilinde. Anlamadığımızı görünce ön koltukta oturan bir genç imdadımıza yetişiyor. “Burada damga yok. Belgrad’a varınca damgalattırın.”

    Ne damgalattıracağız anlamıyorum. Bu yolda sınır kapısı olmasını beklemiyordum. Dün beklediğim sınırı bugün geçmiş olmalıyız. Ama ne demek damga yok? Nasıl mühür olmaz bir sınır kapısında? Çocuk yardımcı olmaya, açıklamaya çalışıyor. “Andırdıbus” diyor. “Andır dı bas” demek istediğini varsayıyorum ama “otobüsün altında” diye neden bahsediyor olabilir ki? Otobüs terminalinin alt katında bir mühür yeri olduğu sonucuna varıyoruz. Benim çok umurumda değil. Nasıl olsa yasadışı herhangi bir şeyimiz yok. Gidince bakarız. Yol arkadaşım ise devlet memuru. Ve başına bir iş açılmasından çok korkuyor, her şeyin prosedüre göre yapılmasını aşırı önemsiyor.alacağımı anlattım.

    Belgrad’a vardık. Çok yorgunuz. Bana kalsa ilk işim hemen otel bulup yatağa gömülmek. Arkadaşım tutturdu “Hemen polise gidelim.”

    Ben “Boş ver” diyorum ama o ısrarcı. Peki diyorum çaresiz.

    Sorduk, bir polis bulduk. Ama adam İngilizce anlamıyor. Biz de onun dilini anlamıyoruz. Sevimli ve yardımsever bir amca. Derdimizi anlatabilmemiz için terminal gişelerindeki çalışanlara soruyor, ama bir-iki-üç, İngilizce konuşan birini bulmak güç. Sonunda bulduk. “Otobüste gelirken böyle böyle oldu” diye anlatıyoruz ama nafile. Biz ne anlattığımızı bilmezken onun anlamasını beklemek saçma tabi. O da anlamıyor.

    Polis amcam bu sefer özel bir turist polisi arayışına giriyor. Ama onların da saati geçmiş. En sonunda “Hadi yürü” dedim arkadaşıma, “Adamcağızı da boşuna yoruyoruz. Bize yardım etmek için çırpınıyor. Anlaşamayacağımız açık. Nasıl olsa senin vizen var, benim de yeşil pasaportum var. Sorun olmaz.”

    Sonunda ikna oldu. Polis, vize, damga gibi bürokratik işlemlerin peşini bırakıp Belgrad günlerimize devam ettik.

    Üç gün sonra… Hırvatistan’a doğru yola çıktık. Gece yarısı 3 civarı sınıra vardık. Muavin tüm pasaportları toplayıp götürdü. Yarım saat sonra geldi, “Pasaport Turka” diye seslendi. İndik. Sorun var. “Problem problem” diyor adam sürekli.

    Ne olduğunu soruyorum, cevap yok. Sadece takılmış plak gibi “Problem problem, big proglem.”
    Baktılar anlaşamıyoruz, gittiler başka birini bulmaya.

    Bekleşiyoruz. Hava çok soğuk. Aceleyle indiğimden ve hemen geri bineceğimizi düşündüğümden hırkamı almamışım. Otobüse gitmek için adımımı attım ve atmamla durmam bir oldu. Tüfekler bana doğrulmuştu! Yahu sakin olun, bir yere gideceğim yok. Hem istesem bile nereye ve nasıl kaçabilirim ki? El kol işaretleriyle üşüdüğümü, arabadan hırkamı alacağımı anlattım.


    Geri döndüğümde doğru düzgün İngilizce konuşan biri karşıladı beni. “Giriş damganız yok” dedi. Olayları anlattım. “Böyle böyle. Kosova’dan geldik. Yeni Pazar’dan geçerken damga yok dediler.” Adam anlattıklarımı sessizce dinledi. Ve ben bitirince ne dese beğenirsiniz? “Doğru söylüyor olabilirsin.”

    Teşekkür ederim ya! Ben de “İyi yalan yazmışım” diye güldüm kendi kendime. Böyle bir yalan uydurulmaz ki. Hem benim kâğıtlarımda bir eksik yok, onlar damga basmamışsa benim kabahatim ne?

    Adam gitti. Yine dakikalarca yok ortalıklarda. Bu gibi durumlarda zaman da fazlasıyla uzun gelir ya insana. Kaygılanmaya başlıyorsunuz ister istemez. Arkadaşım zaten iyice huzursuz.
    Sonunda geldi. Damgalanmış pasaportlarımız.
    “Ama bir daha giremez. Buradan geçemezsiniz” dedi sert bir tonla. Arkadaşımın vizesi tek girişlik olduğu için, onu kullanmış olduğunu, girişi olmasa bile vizeyi tekrar kullanamayacağını söylemeye çalışıyor.

    İyi, no problem. Zaten bizim de geri dönmek gibi bir niyetimiz yok. Hedefimiz Dalmaçya kıyıları, son durak da İstanbul.

    Bundan sonra hangi ülkelere gitmeyi planlıyorsunuz?

    Yukarıda henüz gidemediğimi söylediğim yerlere.

    Hemen hemen dünya insanlarını görmüş biri olarak Türklere en yakın insanlar nerede yaşıyor. Türkiye herkesin sandığı gibi dünyanın merkezi mi?

    Arjantinlilerin Türklere benzediğini söyleyebilirim. Yaşam şekilleri, tepkileri, geçmişleri… Çok ortak yönümüz var.

    Türkiye tabii ki dünyanın merkezi değil. Ama tabii ki herkes için kendi bulunduğu yer dünyanın merkezi.

    Türkiye dışında bir ülkede yaşayacak olsaydınız nereyi seçerdiniz?

    Bir zamanlar “Dünyanın herhangi bir yerinde var olabilirim” diye iddialı bir cümle kurmuştum. Olurum da...

    Ama bu soru benim için biraz eksik. Ne kadar süreliğine?

    3-6 ay gibi bir süreliğine ise Asya, Afrika veya Güney Amerika’daki herhangi bir ülkede, İtalya ve İspanya’da veya Malta, Sicilya, Karayipler olsun, bir adada yaşamak isterdim.

    Daha uzun süreliğine ise Türkiye dışında bir ülkede yaşamayı seçmem. Tabi bu, Türkiye’nin çok harika ve yaşanılası bir yer olmasından kaynaklanmıyor. Ben ömrümü tek bir yerde geçirmek istemem. Ancak sonuçta bir yerin merkez olması gerekiyor; onun da doğup büyüdüğüm, anadilimi konuştuğum, ailemin ve en çok tanıdığımın yaşadığı yer olması çok doğal.


    Dünyayı görmek hayat felsefenizi nasıl etkiledi?

    İnsanları ve hayatı yargılamamayı, kabul etmeyi öğretti. Kendi kendime koyduğum kalın sınırları yıktı. Bazen değerlerimi yitiriyorum diye de düşünüyorum ama esneklik, eğer başarabiliyorsanız, insanın içini çok ferahlatıcı bir duygu. Hayatta acının da tatlının da olduğunu, çoğu yerde doğru ile yanlışın kesin çizgilerle ayrılmadığını, insanın her tür iyiliğe de kötülüğe de eğilimli olduğunu öğretti. Herkesin zaafları olduğunu, ama hatalarıyla da sevilmeye değer olabildiğini öğretti. Aslında önce başkalarına yönelttiğim yargıların yanlışlığını fark edip kaldırdım, sonra kendime fazla acımasız olduğumu gördüm ve sert yaptırımlarımı kaldırdım. Köşelerimi yuvarlattım belki de.

    Dünyayı görmek bana tatsızlıklardan uzak durmayı öğretti. Huzurlu bir hayat için sorunlu insanlardan ve sorunlu yaşam tarzlarından kaçınmayı, onları hayatıma sokmamayı. Daha rahat ve geniş olmayı, önemliyle önemsizi ayırt etmeyi öğretti. Yani aslında hayatın pek de önemli bir şey olmadığını. Faniliği öğretti.
    Dünyayı görerek, bir nevi çocukluktan beri içime işlenmiş, ruhumdaki tortuları temizledim denebilir.

    Eklemek istedikleriniz...

    Ben dünyayı seyahat edilecek bir yer olarak görüyorum. Çoğu insansa bir toprak parçasını vatan diye isimlendirerek sahiplenilecek bir yer olarak görüyor ve bu da ölmek ve öldürmek için sebep anlamına geliyor. “Vatan, uğrunda ölen varsa vatandır” gibi cümleler kuruluyor. Keşke insanlar dünyanın bir parçasını vatan diye sahiplenmek yerine tüm dünyaya sahip çıksalardı. Kendilerinin gibi benimseseler, ama mülkiyet hakkı yerine kullanım hakkı hissetselerdi. John Lennon’ın hayalini paylaşıyorum. Ölmek ve öldürmek için sebebin olmadığı bir dünya…

    RÖPORTAJ: FADİME YÜCEYALTIRIK

    Vitrin


    En Çok Aranan Haberler